Posts Tagged ‘ Bilge Karasu ’

Yaşam ve Ölüm Üzerine Düşünceler

 Itır İnselbağgil‘in anısına 

        
 Ölüm her zaman erken, her zaman acele. Cemal Süreya ne kadar haklı her ölüm erken ölümdür derken. Itır’ın ölümü de öylesine beklenmedik ve erken oldu. Yaşadığı hayat gibi ölümüyle de şaşırttı bizi Itır: hesapsız kitapsız. Uysal, sinik, alışkanlıkların içinde şaşırtıcılığını ve heyecanını yitirmiş hayatlarımıza meydan okuyordu varlığıyla. Arzulu bir varoluştu onunkisi ve aşk ile yaşıyordu toplumun çöküntü içindeki değerlerinin karşısında. Itır, bir dava kadınıydı: öylesine cesur ve dirençli yaşadı. Bu ülkede, dünyanın başka yerlerinde de olduğu gibi, toplumun dava insanlarına gösterdiği her türlü zorluğa, aşağılamaya, hakarete, dışlanmaya göğüs gerdi ve davasından vazgeçmedi. Alkolik olduğu için çok eleştirildi. Köpekleri sevdiği ve baktığı için çok eleştirildi. Kimileri için bir zavallı, kimileri için trajik bir hayatı vardı. Hâlbuki içinde yaşadığımız toplumda sergilediği hayat ve yarattığı manzara bir kadın için oldukça cesur ve güçlü olmayı gerektirir. Itır’da bu güç, kararlılık ve cesaret vardı. Esas sorun yaşadığı şehir, ülke ve dünyadaki pek çok ama pek çok, sürülerce insanın ne böyle yaşayan insanlara ne farklı hayatlara ne de dünyada var olan ve dünyanın dünyalığını var eden, ancak birlikte var olabileceğimiz başka canlılara değer vermemesinde gösterdiği kararlılıkta düğümleniyor. Bizden sonrası tufan mantığıyla, bencillik üzerine kurulu hayatlarımızda (kendimizden, kendi evimiz, kendi ailemiz, kendi çocuklarımız, kendi eşyalarımızın varlığı, dirliği, birliği ve güvencesinden başkaca her şeyi yok sayan), yaşamın başka değerlerine, başka canlılarına ilgisiz kalmaktan mütevellit kapalılığımız, gönlümüze, kalbimize, gözlerimize ördüğümüz duvarlar, bu modern körlük, bu modern pervasızlık Itır gibi dava insanlarının hayatını paha biçilmez bir değere dönüştürürken, geri kalanları katılıklarında hiçleştiriyor.

Bu minvalde, aklıma, kavrayışı düşük insanlarla yaşamanın ne kadar zor olduğu geliyor. Ne yazık ki kavrayışı yüksek bir toplum sayılmayız ve bu açıdan dünyada da yalnız değiliz. Herkesi birbirine benzetmeye çalışan bir toplumsal ortamdayız. Benzerlerin birbirlerini onayladığı, böylece kendisini, hayatını, yaşama biçimini anlamlandırdığı bir atmosfer yaşama ilişkin bilinmezliği, hayreti, kendimizi yaşar bulma şokunu ve belki yaşama ilişkin her türlü korkumuzu biraz olsun azalttığı için işlevsel oluyor. Fakat bu varoluş biçimi hayatı ve kavrayışı kısırlaştırıyor; yaratıcılığı öldürüyor, neşe üretemiyor, sevgi yeşertemiyor. Yılgın, bıkkın, nekes, hodbin ve bedbin, acımasız, sert, yaşamı onaylamayan bu ortam, sürprizleri, aykırılıkları, farklılıkları ile hayatı kucaklayan bir varoluş biçimi yaratamıyor.

Farklılıklardan korkmak ve hayatlarımızı farklı olanlardan korkmak üzerine kurmak hala ne kadar ilkel duygular üzerine yaşantılar geliştirdiğimizi gösteriyor. Farklılıkların reddi, imhası, yok sayılması toplumda ayrımcılığı üretip, besliyor. Bu yüzden geleneklere sımsıkı sarılınıyor, başka kültür ve düşünceler kolaylıkla horlanıp, yok sayılabiliyor. Kadınlar, eşcinseller, engelliler, alkolikler, yoksullar, çocuklar, hayvanlar, askerlik ve savaş karşıtları, HİV virüsü taşıyanlar… İçimizden birileri tarafından kolaylıkla tartaklanıp, yaşamları çekilmez hale getirilebiliyor. Bu listeye daha çok grup eklenebilir. Ancak toplum dediğimizde bu insanlardan meydana gelmiyor mu? O halde bu eziyeti birbirimize ediyor değil miyiz? Öyleyiz. Din, milliyet, gelenek, görenek, cinsel tercih, yaş durumu, eğitim seviyesi, ekonomik durum gibi çeşitli sermayeler arasındaki iktidar ilişkilerini, yaşamı nasıl yoksullaştırdığımızı anlamak için dikkatlice okumak gerekir.

 

Yaşamı üretmede, yaşama bakışta, insan olma halinde aynılık/aynılaşma bizleri başka hayatlara karşı öylesine kapalılaştırıyor ki bizden başka biçimde yaşayan ya da yaşamak durumunda kalan insanları bazen hiç fark etmiyoruz bazen de onları istedikleri biçimde yaşatmıyoruz ya da yaşatmamak için her şeyi yapıyoruz. Peki, başka olduklarını düşündüklerimizin hayatlarını çekilmez kılma ya da yaşamlarını ellerinden alma gücünü nereden buluyoruz? Bu soruya verilecek cevapta gizli ayrımcılığın kaynakları.

İçinde yaşadığımız dünya, iflas etmiş bir dünyadır, ekonominin diliyle konuşacak olursak. Etik olarak çökmüş olan bu dünyanın çöküşünün arkasında başka olanın, ötekinin sağlayacağı fayda dışında anlamsız olarak görülmesi, yok sayılması ve yaşatılmaması gerçeği yatar. Bu öteki bazen hayvanlardır, bazen eşcinseller, bazen yoksullar, bazen de varlığına tahammül edemediğimiz herhangi birisi ya da herhangi bir canlı. Türkiye’de özellikle sokak hayvanlarının varoluşu pek çok insan için anlamlı bir varoluş değildir. O yüzden, o insanlar için, sokak hayvanlarının ortadan kaldırılmaları gerekir. Nasıl ve neden ortadan kaldırıldıklarının bir önemi yoktur. Şimdi Bilge Karasu’yu anmanın tam da sırası. Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz isimli kitabında yer alan ‘Cinayetin Azı Çoğu’ isimli makalesine şu soruyla başlıyor: “24 Temmuz 1987 günü Milliyet gazetesini görenler ne düşündüler, ne yaptılar, ne yapacaklar?” [1] Milliyet gazetesi, Bursa’da sokak kedileri ile köpeklerinin ortadan kaldırıldığı haberini vermektedir. Bursa’da 1747 köpek ile kedinin fırına atılarak yakılması söz konusu olmuştur. Ayrıca bu vahşet bir veteriner müdürü tarafından gerçekleştirilmiştir. Karasu, bu vahşeti “halkın sağlığını korumak gerekçesiyle, içleri sızlayarak yapmış (yaptırmış) olanların düşünce düzeyi konusunda aydınlanıyoruz ama bu aydınlanışımız, iyi niyetlerle işlenebilecek kıyımlar konusunda bizi uyarmazsa, bize yazık olur” diyor. Ve devam ediyor: “Birçok kişinin bu çalışmaları desteklemiş olması -aferin onlara- işlenen suçu hafifletmez, yaygınlaştırır” ( Karasu s: 52). Karasu’nun hepimiz için acilen gündemimize alması gereken en önemli kaygısı şu:

 

İnsanlar, şehirlerinde rahat etmek için dirim ortaklarını teker teker yok etmenin ne kadar ilkel bir “çözüm” olduğunu, iş işten geçmeden anlayabilecekler mi? (Pencereyi gölgede mi bırakıyor? Kökler betona mı dayandı? Ağaçlar hemen kesiliverir. Kuduz tehlikesi artar gibi mi? kediler köpekler fırında yakılıverir). Karşıdan bakanlar için şehir yaşamı bir “kolaylıklar cenneti”dir; şehirliler, zahmetsizliğin ancak zahmetle elde edilebileceğini unutuyor mu? Öldürmekten, yok etmekten azıcık daha zahmetli çıkar yollar aramamak, uygarlığın övüncü haline mi gelecek?

Karasu, kedi ve köpeklere yapılanları yani yaptıklarımızı şöyle açıklıyor:

Her şeyden önce, üç ay içinde 1747 kedi ile köpeğin öldürülmesidir. Yani evcilleştirilmiş hayvanların… yani bizlerin, insanların, işimize yaraması için, binlerce yıl önce yolunu bulup, avından, kırından, dağından kopardığımız, kendimize alıştırdığımız, öğürleştirdikçe de canını da biz vermişiz gibi davranmağa kalkıştığımız hayvanların öldürülmesidir… Dostluğunu gördükçe… bizim de bağlandığımız ama bizden başkaları karşısında-işimize yarasın diye- yırtıcılıklarını sürdürmelerini istediğimiz; sevgiye, yakınlığa, insan dostluğuna alıştırdıktan sonra, şehirleşme sürecimizle yaşayışlarını büsbütün çıkmaza soktuğumuz halde (arabaların her gün çiğnedikleri, yüksek yerlerden düşenler ya da atılanlar, açlıktan ölenler düşünülsün) gene de yanımızda üremesi, üremekten vazgeçmemesi karşısında başımızdan nasıl defedeceğimizi bilemediğimiz hayvanların…

Çocuklarımıza onların bu yeryüzündeki ortaklarımız (yalnız duygu ortağı değil, çıkar ortağı da) olduklarını öğreteceğimize, eskinin umacıları yerine koyuyor, kendilerinden korkulacak canavarlar diye gösteriyoruz onları. Her kuşak bu temel korkuyu bir sonrakine de aktarıyor. Onları sevmekle kazanılabilecek dostluğu öğreteceğimize çocuk kafalarında düşmanlıklar yaratıyoruz. Daha kötüsü, gücümüzü onlara karşı kullanmağı, ucuz, kolay üstünlükler yaşamağı pek küçük yaşta öğreniyor, öğretiyoruz. Kediden köpekten korkulur (ısırır! tırmalar!); acıktığı için sana yanaşırsa kedi köpek kovulur; kovmakla da kalınmaz, çığlıklar atılır ( bu düşmanlık karşısında kendini koruma içgüdüsünün hala sürüp gitmesine de edilmedik laf bırakılmaz!); canlıların bu yeryüzündeki dengesinden habersiz insanlar karşısında, cırnağı ile dişinden başka silahı olmayan “parya”lar yaratılır. Sonra bunlar, şu ya da bu biçimde, öldürülüverir. Yapılan, “toplu” değilse de, taksit taksit bir “topluca” kıyıma gidilmesidir. Gerekçe kutsal: insan sağlığının korunması. Gerekçe bu olunca, başka kıyımlardan, kıyalardan bizi alıkoyabilecek nedir?” ( Karasu s 52–53).

     Evet, gerekçe, insan sağlığının korunması, insan faydasının sağlanması, insan şusu ya da busu olunca başka hayvan kıyımlarından, başka kültür kıyımlarından, başka yaşama biçimi kıyımlarından bizi alıkoyabilecek olan nedir? İki büyük dünya savaşı görmüş, bu süreçte insan aklını son derece zorlayan faşizmin ürkütücü deneyimlerini yaşamış ve hala yaşamakta olan bir dünyada ayrımcılığın insan yüreğini sızlatan örneklerini gördükçe umutsuzluğa kapılmamak işten bile değil. Hesabı hala verilememiş bu acılar, toplumsal belleklerde unutturulmaya çalışılıyor. Ulrike Meinhoff demişti, hatırlarsınız, üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim diye. Ama bizler öfkelenemiyoruz bile. Üç maymunu oynuyoruz: görmedim, duymadım, bilmiyorum.

Itır, hayvanların uğradığı ayrımcılığa karşı bir mücadele içindeydi. Bu yüzden kendisi de ayrımcılığa uğramıştır. Ayrıca erkek egemen bir dünyada kadın oluşu uğradığı ayrımcılığı katmerlemiştir. Bir de alkolikliği yok muydu? Hepten bir günahkâr, hepten bir acayip yaratık olmuştur pek çoklarımız için ve neden öyle yaşadığı hiç anlaşılmaya çalışılmadan yargılanmıştır, tartaklanmıştır, dayak yemiştir, pek çok kereler pek çok hakarete maruz kalmış ve toplum tarafından sözlerle ve bakışlarla taciz edilmiş, tehdit edilmiş, dışlanmıştır. Ayrıca erkeklerle özgürce kurduğu ilişkiler yüzünden horlanmıştır. Zira aile değerlerinin hiç eleştirilmeden yüceltildiği ve aile olmak dışında kurulan her türlü ilişkinin sapkın olarak karşılandığı toplumsal ortamımızda özgürlüğe yer yoktur. Kaldı ki içinde bulunduğumuz bu ortam görece Türkiye toplumsallığının eğitim ve gelir seviyesinin en yüksek olduğu coğrafyalarından birisidir. Bu ortamda bile bunlar yaşanıyorsa kendimizin neresindeyiz?

Itır, yapayalnız öldü. Itır’ın arkasından ağlayanlar biraz da onun bu yalnızlığına, yalnız bırakılmışlığına ağladılar. Itır İnselbağgil’i içine almak istemedi bu toplum. Bir el uzatamadık sayılır kendisine. “ Olacaklardan belliydi ama kimse ciddiye almadı” dedi birisi. “ Bu toplum tek tip olmaya zorluyor bizleri” dedi bir başkası. “Ellerimi öptü, çocuklarımı atma” dedi diyor hastaneye Itır’ı götüren Asuman Abla.

Bir vicdan olarak yürüyordu aramızda. Karasu’ya göre “vicdan sorunu ancak can denen şeye saygı duyulmasıyla ortaya çıkabilir” (Karasu 54).

Evinden çıkamıyor cenazesi. Köpeklerinden başka kimse yok onu evinde bekleyen. Sadece kiracıları olan genç bir çift sahip çıkmış hem Itır’a hem de köpeklerine. Bir de Akyaka’da bir dava meselesi haline gelen sokak köpekleri için verilen mücadelede dayanıştıkları dava arkadaşları.

 

Evet, Itır’ın öldüğüne inanamıyorum aslında. Ölüm herkesi tek başına yakalar; herkes yalnız ölür der Heidegger. Itır’ın ölümü tek başına yaşayanların ölümünü düşündürttü bizlere. Alphonso Lingis, Ortak Bir Şeyleri Olmayanların Ortaklığı [2] adlı kitabında şöyle diyor: “İnsanları ister hastanelerde olsun ister köprüaltlarında tek başlarına ölmeye terk eden bir toplumun kendisini kökten yıkmaya başladığını düşünmeye başladım ben kendi hesabıma” (Lingis s:8).

Başkalarının ölümü bizi ne zaman ilgilendirir?

“Bizimle ortak hiçbir şeyi –ırk akrabalığı, ortak dili, dini, ortak ekonomik çıkarları- olmayan insanların ölümünün bizi ilgilendirdiği yolunda giderek artan ve bugün sayısız insanın daha net gördüğü bir kanaat oluşmuş değil midir? Ait olduğumuz kuşak hakkındaki nihai hükmün Kamboçyalıların, Somalililerin ve kendi şehirlerimizdeki toplum dışına atılmış insanların terk edilmişliğine bakılarak verilmekte olduğunu hissetmiyor muyuz belli belirsiz?” (Lingis s:8).

İşte Lingis, bir başkasında bizi ilgilendiren şeyin tam da onun başkalığı, bizimle yüz yüze geldiğinde bizi cezbeden, bize meydan okuyan ötekiliği olduğunu söyler bize. Bu sesi görmezden gelebilir miyiz? Ya da daha ne kadar görmezden gelebileceğiz? Karasu’nun dediği gibi iş işten geçmeden yani. Ölümle baş edemeyişimizin telaşı mı yoksa bize kendimizi unutturan?

Itır’ın ölümüne üzülmüyorum, hayır. Onun adına gurur duyuyor ve yaşadığı bu dirayetli hayattan dolayı kendisine saygı duyuyorum. Cesaret, arzu ve sevgiden oluşan bir hayattı onunkisi.

Bütün bu satırları yazarken Andrei Tarkovsky’nin Nostalgia (1983) filmindeki Dominik karakteri kendisini hatırlattı durdu bana. Dominik, Roma’daki bir meydanda benzin dökerek kendini yakmadan evvel aşağıda aktaracağım konuşmayı yapar bizlere. Itır’ı bu sözlerle selamlıyorum.

İçimde hangi atam konuşuyor? Hem aklımda hem de bedenimde….

Bu yüzden tek kişi olamıyorum. Kendimi aynı anda sayısız şey olarak hissedebiliyorum. Fazla büyük usta kalmadı. Zamanımızın gerçek kötülüğü budur. Kalbin yolları gölgelerle kaplanmış. Yararsız görünen seslere kulak vermeliyiz.

Okul duvarları, asfalt ve refah reklamlarının uzun kanalizasyon boruları ile dolu beyinlere böceklerin vızıltıları girmeli. Her birimizin gözlerini ve kulaklarını büyük bir rüyanın başlangıcı olan şeylerle doldurmalıyız. Birisi piramitleri yapacağımızı haykırmalı. Yapmamamızın bir önemi yok. O isteği beslemeliyiz ve ruhun köşelerini esnetmeliyiz sınırsız bir çarşaf gibi.

Dünyanın ilerlemesini istiyorsanız el ele vermeliyiz. Sözüm ona sağlıklıları sözüm ona hastalarla karıştırmalıyız. Siz sağlıklı olanlar! Sağlığınız ne anlama gelir? İnsanoğlunun bütün gözleri, içine daldığımız çukura bakıyor. Özgürlük faydasızdır eğer gözlerimizin içine bakmaya, yemeye, içmeye ve bizimle yatmaya cesaretiniz yoksa. Dünyayı yıkıntının eşiğine getirenler sözüm ona sağlıklı olanlardır.

İnsanoğlu dinle! Senin içinde su, ateş ve sonra kül ve külün içindeki kemikler.

Kemikler ve küller.

Written by: Saliha Yazgaç

Notlar:
[1] Karasu, Bilge (1994)  Ne Kitapsız Ne Kedisiz, s: 51-58, İstanbul Metis Y.

 [2] Lingis, Alphonso (1994) Ortak bir Şeyleri Olmayanların Ortaklığı, İstanbul: Ayrıntı Y.